133
diğini düşünemem. Onlar kendi fikrî murakabeleri-
nin neticesinde bu noktaya geldiler. Doğru bildiğini
yapıyor. Kendi bildiklerini yapıyor. Kendi bildiğini
yapmak için de risk alabiliyor, bu önemli. O yürüyüş
o riski göze aldığını gösterir. Necip Fazıl’ın 1940’lı
yıllarda, -Türkiye’nin yaşadığı en ceberrut yıllar-
dan biridir o yıllar-,
Büyük Doğu
dergisini çıkarma-
yı göze alışı büyük cesaret işi. O cesarete hayranım
ben, gerek Bediüzzaman’da gerek Necip Fazıl’da.
Söylediği şey ne olursa olsun. Mesela, Sartre benim
gözümde öyle birinci sınıf bir filozof değil. Tabiî
belli bir düzeyin üzerine çıkmış, belli bir düzeyi ya-
kalamış, onu inkâr edecek hâlimiz yok, ama aydın
tavrı olarak adam ne yapıyor, Russel ile beraber kal-
dırıma oturup protesto ediyor Fransız hükümetini,
Fransız hükümetinin Cezayir politikasını. Burada
bu tavır önemli, bu hesaplaşma önemli. Halbuki bi-
zim insanımız bu hesaplaşmayı yapmaksızın mek-
teplerde kitapların kendisine telkin ettiği fikirleri
nass gibi öğrenip kabul ediyor ve bunları hayatı
boyunca istifade edilecek fikirler olarak kabul edi-
yor. Onlarla hesaplaşmaya ceht etmemiş, teşebbüs
etmemiş. Sezai Karakoç kendisiyle tanıştığımız ilk
gün, bir dergi çıkarmaktan bahsetti ve ‘Keşke bir
dergimiz olsa da bu konuştuklarımızı orada yazsak’
dedi. Ben de dedim ki: ‘Türk Sanatı dergisinin çıkar-
tılmasını bize teklif etmişlerdi, isterseniz o dergiyi
çıkartabiliriz.’ ‘Ama, biz Müslümanız!’ İşte bu cümle
benim bütün hayatımın, -o zaman 22 yaşındayım-, o
güne kadar benim kafamda kategorik olarak öbek-
lenmiş olan bütün fikirlerin bir anda yerli yerine
oturmasını sağladı. Ben asla şunu sormadım: ‘Peki