67
O zaman Üsküdar’la Kuzguncuk arasında,
unutmadıysam, bir evde oturuyorlardı, ben de
Beylerbeyi’nde oturuyordum. Vapurlarda oldukça
sık karşılaşırdık, yan yana oturur söyleşirdik.
Coşkun konuşmalarının konuları kitap, edebiyat,
felsefe olurdu. Her an elinde bir ya da birkaç
kitap bulunurdu. Kalın camlı gözlükleriyle onları
okumaya çalışan bu coşkun insana büyük saygı ve
sevgi duyardım. Evinde birkaç kere ziyaret ettiğimi,
ev söyleşilerine katıldığımı hatırlıyorum. Kerim
Sadi ile dosttular, ondan sitayiş ile söz ederdi. Büyük
bir odayı kitaplarına ayırmışlardı, odanın dört
yanında raflar, raflarda yer kalmamacasına kitaplar
vardı yanılmıyorsam, bir de kocaman yer küresi
duruyordu orta yerde. Ben o zamana kadar bir evin
içinde bu kadar büyük bir kitaplık görmemiştim.
Duvarın bir köşesini Voltaire’in ve Hugo’nun resmi
süslüyordu.
Bana öyle gelirdi ki, Cemil Meriç’in evinde günün
her saatinde yalnız edebiyat, felsefe ve toplumbilim
konuşulur, yalnız o konular yaşanırdı.
Cemil Meriç’le olan ilişkim birkaç yıl kesilmek
zorunda kaldı. Onu ancak 1950’li yılların başlarında
yeniden görebildim. Zaten bozuk olan gözlerinin
görme gücü tümüyle yok olmuştu. Başından
geçenleri uzun uzun anlattı. Başına gelen görmeme
olayı sanki onu biraz daha öfkeli yapmıştı. Ama
kültüre, edebiyata hatta kitaba karşı olan ilgisinde
zerre kadar değişiklik olmamıştı.