139
çalıştı. Ama Allah, Kerem’i katına, biz kulların he-
sabınca erken aldı. Böylece Alâeddin yırtıcı bir evlât
acısı yaşadı.” “Sen kalk, Ankara’dan Balıkesir’e git.
Niçin?”
“Orası şimdi Alâeddin’in uzlet köşesi olarak anlam
üstlenmiştir. O, orada, bir kez daha ve son kez ola-
rak yalnızlığını denemiştir.”
Bir yerde daha, “daha doğuştan birbirimizden fark-
lıydık” der Rasim Özdenören: “O, kanlı canlı, ağla-
yarak doğmuş, bendeyse gık yok. Ölü doğmuşum.”
Alâeddin Özdenören büyük bir yalnızlığın içinde
Munzur Suyu gibi akmıştır. Fedakârdır. Arkadaş
canlısıdır. Eli açıktır.
1954-55 ders yılında, Malatya’dan Tunceli’ye ev-
lerini bir yük kamyonuyla taşırlar. Bütün aile bu
kamyonla yaptıkları uzun bir yolculuğun ardından
Tunceli’ye ulaştığında yorgun düşmüştür. Rasim
bir iki saat uyur. Uyandığında hemen Munzur’un
kıyısında Alâeddin’in etrafında en az elli çocuk var-
dır. Gözlerine inanamaz. Alâeddin uyumamış, kaş-
la göz arasında herkesle arkadaş olmuştur. O hep
böyledir. Lise sonda tasdiknameyle okuldan uzak-
laştırıldığında ailesi onun için kalkıp İstanbul’a ge-
lir. Kısa bir süre sonra aynı olay tekrarlanır: Herkes
Rasim Özdenören’e Alâeddin’in kardeşi gözüyle
bakmaktadır. Rasim Özdenören, örneğin manava
gittiğinde, meyveleri tartan manav yanındaki ar-
kadaşına Rasim Özdenören’i işaret ederek, “Usta!
Alâeddin’in kardeşi.” der. Alâeddin gelir gelmez
oranın ayakkabı boyacısından kaymakamına kadar
herkesle ahbap olmuştur.
Tunceli’de Munzur’un Kıyısında