141
sında geçti. Evimiz bu nehre elli altmış metre kadar
uzakta idi. Her gece yatağa girişimde nehrin derin-
liklerinden yükselen şarkılarla, düşlerim birbirine
karışırdı. Ve her sabah kalkışımda da kendimi vahşi,
ama bir o kadar da sevimli ve şen bir tabiatın için-
de bulurdum. Doğru nehrin kıyısına inerdim. Nehir,
pembe sabah ışığında yıkanarak, hür açık ve parlak
ilerlerdi. Bulunduğum yerin biraz ilerisinden kıvrı-
larak geçer ve sanki yeni bir ülkeye açılırdı. Yeniden
büyür ve kuvvetlenirdi.
Nehir, kıvrıldığı dönemeçte, bir göl oluştururdu. Bu
gölün kenarında bir kaya yükselirdi. Acaba hâlâ ye-
rinde duruyor mu, bilmiyorum. Biz çocuklar yüze-
rek bu kayanın üstüne çıkar, durgun ve hülyalı bir
sessizlik içinde yatan ve göğü aksettiren suları seyre
dalardık. Bu kayanın adı da “Orta Kaya” idi.
Kışın, Munzur’un sularının rengi koyulaşır, kıyıları
hep bir çeşit olurdu. Rüzgâr keskinleşir, tabiat sert-
leşirdi. Ve ben hep Munzur’la koyun koyuna yatar-
dım.
Munzur’un suyu, yazın bile öylesine soğuk olurdu
ki alışkın olmayan insan, elini uzun boylu bu suyun
içinde tutamazdı. Biz çocuklarsa bütün gün nehrin
akıntısına kendimizi ayarlayarak karşıdan karşıya
geçer dururduk. Elimiz işten, yüreklerimiz para hır-
sından uzaktı. Ruhlarımıza nankörlük etmez, hayın-
ca davranmazdık.
Bir yaz günüydü. Arkadaşlarla nehir kıyısından bir
kilometre kadar yukarı doğru yürümüştük. Büyük
bir kütüğün yuvarlanarak geldiğini gördük. Kütük
bir kayaya çarpmış ve durmuştu. Hemen suya gir-
dik, kütüğü ittik ve üzerine çıktık. Dört beş kişi var-